Literatürdeki en özgün tarzlardan birine sahip; hassasiyet, güç, üslup ve hayranlık uyandıran düşünce yapısı ile dünyadaki en uzun roman kabul edilen “Kayıp Zamanın İzinde” nin yazarı Marcel Proust, 10 Temmuz 1871’de Paris’te doğmuştur. Fransa’da koleranın yok edilmesinde öncü olan, çağın en büyük doktorlarından Adrien Proust’un oğludur. Siyasal Bilimler Okulu’nda aldığı Hukuk ve Edebiyat eğitimleri, öğrencilik günlerinde filozofları incelemesi ve burjuva salonları aracılığıyla, soyluları gözlemlemesi düşüncelerini şekillendirmiştir.
14 yıl içinde yedi cilt halinde yayınlanan büyük eseri toplamda 1.267.069 kelime ile Savaş ve Barış’ın iki katı uzunluğundadır. İnsanların ve mekanların dahice tasvirleri ile yüzyılın en büyük romanı kabul edilmiştir. Hayatın anlamını ve amacını araştıran bir adamın hikayesini anlatan kurgusal dünyadaki bu arayış Proust’un kendi hayatının hikayesidir.
Marcel Proust ve Hayatın Anlamı
Rahat bir burjuva ailesinde doğmuş olan Marcel Proust için Sosyal Başarı hayatın anlamındaki ilk kaynaktır. Gençliğinden itibaren yaşamın aristokratların oluşturduğu yüksek sosyeteye katılmaktan ibaret olduğunu düşünmüştür. Kitaptaki karakter de yıllarca sosyal hiyerarşide yükselmeye çalışıp, sonunda Paris yüksek sosyetesine girebilmiştir. Ancak Proust çok geçmeden insanların, hayal ettiği gibi olağanüstü olmadıklarını fark etmiştir. Kendini daha geniş bir insan yelpazesine adamaya karar vermiş, bu gözlemini sosyal züppeliğin altını çizerek vurgulamıştır.
Dünyanın herhangi bir yerinde üstün insanların oluşturduğu sınıfların varlığı ve bu sınıftan olmayan insanların hayatlarının sıkıcı olabileceği sonucuna varmıştır. Bu noktada hayatın anlamı arayışında araştırdığı ikinci kaynak olan Sevgi’yi keşfetmiştir. Romanının ikinci cildinde, Albertine adında güzel bir genç kıza karşı yaşadığı aşkı anlatmaktadır. Proust’un gözünde asıl sevgi yalnız olmayı bırakıp hayatımızı bizi anlayacak başka bir kişinin hayatıyla birleştirmeyi başarabilmemizdir. Tüm bunların yanında yalnızlık kalıcıdır ve bizi hayatın anlamı açısından üçüncü ve tek başarılı kaynak olan Sanat’a ulaştırmıştır. Proust’a göre büyük sanatçılar dünyayı taze ve canlı bir şekilde göstermektedir. Ona göre sanatın tam tersi, alışkanlıktır. Bu düşüncesinde sanatçılar sayesinde dünyamıza bakarken su, gökyüzü gibi basit şeylerden bile zevk alabileceğimizi anlatmak istemiştir. Proust’un en sevdiği ressamın Vermeer olması da tesadüf değildir. Günün güzelliğini ve değerini en iyi ifade eden ressamlardan biri olan Vermeer’in etkilerini kitabında başarılı şekilde işlemiştir.
Ayrıca Proust, sanat ve alışkanlık hakkındaki teziyle ilgili, yaşadığı ani, istemsiz ve şiddetli hatırlama anını da kitaba eklemiştir. Romanın başlarında anlatıcı, bir gün bir fincan bitki çayı ile madeleines denilen küçük keklerden yerken aldığı tat sayesinde geçmişe gidip, anılarını tazelemiştir. Bu anımsatıcı gücü ifade eden “Proustian Anı” hayatın sadece sıkıcı ve heyecansız olmadığını anlatmak için kullanılmak üzere literatüre girmiştir.
Sonuç olarak;
Proust bu büyük eseriyle bize hayatı daha yoğun bir şekilde takdir etme konusunda öğretmek istediği her şeyi gösterebilmiş, kalıcı ve kalıplaşmış etkiler bırakmayı başarmıştır. 18 Kasım 1922’de Paris’te ölmüştür. Bugün bile edebiyat dünyasının yarısı onu çok parlak bir yazar olarak görürken, diğer yarısı da okunamayacak kadar ağır bulmaktadır. Ve hatta edebiyat dünyasında güçlü ifadesini çözümlemeye çalışan “Proust Uzmanları” vardır.
Pınar Ezgi Güngör